Bir süredir her hafta dört günümün üç saati şehirle köy arasında
yolculukla geçiyor. Köyde geçen çocukluğumdan aşina olduğum tabiatla tekrar yüz
yüzeyim böylece. Taş, toprak, vadi, ağaçlar, otlar ve diğer unsurlardan
oluşan tabiatla aramda gecikmeden bir yakınlık, bir sıcaklık doğuyor. Vadi
boyunca uzayan kaya tabakaları hem eskinin hem kalıcılığın işareti. Bu kaya
tabakaları kadar tepelerin üzerindeki kaya kütlelerinin ayakta ve yalnız
duruşları da dikkati çekiyor. Tabiatta sabahın erken saatlerindeki kül renginin
donukluğu yerini güneşle birlikte beyazın, sarının parlaklığına
bırakıyor.
Tabiat
bir güzellikten mi yoksa sert bir gerçeklikten mi haber veriyor? Bazen
güzelliğin nefesini kesen sert bir gerçeklik bazen gerçekliği yumuşatan
güzellik karşısında kalıyoruz. Güzelliği ağır basan gökyüzü, tabiat bütününe
dahildir. Göğü fark etmek için kafanızı kaldırmanıza gerek yok. Göğün maviliği
ile yerin griliği yahut hakiliği buluşuyor.
Köy için kullanılan eskilerden hatırladığım bir söz var: Burası
mahrumiyet bölgesi, diye. Özellikle köylüler kendi hayatlarıyla ilgili olarak
bunu kabullenirlerdi. Bu söz aslında ihtiyacın ne olduğuyla ilgili bir kafa
karışıklığını ele veriyor. Bu söze karşılık "Tabiattan yoksunsan neyin
var?" denmeli bence.
Aslında
biraz gerilere gidildiğinde şu görülür: İnsanlar köyde de yaşasa şehirde de
yaşasa tabiattan mahrum değildi. Zaten tabiattan kopuk köy düşünülemez. Şehirde
ise insanlar müstakil, küçük de olsa bahçeli evlerde otururlardı, ayaklarını
yere basıyor olmanın güveni ile yaşarlardı. Günümüzün çok katlı binaları insanı
tabiattan kopardığı gibi sokağa çıkıldığında da manzara değişmiyor. Her taraf
ya asfalt yahut kalıptan çıkmış taşlarla döşeli, toprağa ulaşamazsınız. Gökyüzü
elimizde kaldı mı? Yüksek binaların izin verdiği kadar.
Tabiattan söz ediyoruz fakat orada kalamayıp
şehre gelme ihtiyacı duyuyoruz. Bunun nedeni tabiatı insansız, insanı tabiatsız
düşünemeyişimiz. Mesela sabahın yeniliğini, sabahın tazeliğini, sabahın
sessizliğini, sabahın uyanışını insan tabiata katılarak duyabilir ancak. Öte
yandan bana öyle geliyor ki tabiatın bütün varlığı yahut güzelliği insanın
varlığıyla ortaya çıkıyor. Biraz zorlasam tabiatı insan güzelleştiriyor,
diyeceğim. Bunu derken insanın tabiatı dönüştürmesinden söz etmiyorum, tabiatta
yer almasını, tabiata dahil olmasını kastediyorum.
Tabiatı
kuşlarsız düşünemiyoruz. Gidiş dönüş saatlerim sebebiyle midir, nedir, kuşlara
çok fazla tesadüf edemiyorum. Oysa kuşlar kendilerini hemen fark ettiren
mahluklar; kanat çırpışlarından, ötüşlerinden, kalabalık öbekler halinde
uçuşlarından kolayca dikkati çekerler. Diyebilirim ki bundan önce ikamet
ettiğim şehirde evin içinden bile sıklıkla kuşları büyük öbekler halinde
görürdüm, balkonlardan eksik olmayan güvercinler ayrı.
Tabiata renkler hakimdir, yok, tabiata şekiller hakimdir, hayır, tabiata
güzellik hakimdir yahut tabiatta ses, değil, sükûnet hakimdir, dersek
hangisinde doğruya yaklaşmış oluruz? Tabiattaki hâkim görünümün bu
saydıklarımızdan biri olduğunu söylemekte zorlanırız, bu husustaki
tereddüdümüzü bunların hepsinin eşit ağırlıkta olduğunu kabullenmiş görünerek
yenebilir miyiz? Tabiat dost mudur, düşman mıdır, dersek; işte burada tereddüde
yer yok. İnsan kalarak yani ahlakı kuşanmış olarak tabiatın dostluğunu teslim
etmek zorundayız.
Yorumlar
Yorum Gönder