Bu ülkeyi, bu
ülkenin toprağını, ırmaklarını,
ağaçlarını sevmek bir borçtur. Elbet bu ülkeyi,
bu ülkenin toprağını,
ırmaklarını, ağaçlarını seven insanlarına sevgiyle yönelmek de bu borca
dahildir. Sevilmediğinde nelerden mahrum kalınacağı, sevgi yoksunluğunun
getireceği kayıplar üzerinde düşünmekten kendimizi alıkoyamayız. Bir şeyin
değerinin farkına varılmasıyla ancak sevgi açığa çıkabilir; böylece sevgi
sığınağından çıkma imkânı bulabilir. Sevmeyen sahip çıkmaz. Sevmeyen, bu
ülkenin yükselmesi uğrunda kılını kıpırdatmaz. Seven ise sahiplenir, sevdiği
şeyi yükseltmek üzere gayrete gelir. Yok eğer üzerinde yaşayan insanlar bu
toprakları belli bir süreliğine kiralamış hissi ile davranacak olurlarsa
böylelerin kafalarındaki tek düşünce bu süre içinde ellerine
geçirebileceklerinin ne miktarda olacağıdır. Bu halde yapacakları ise
ülkelerine karşı hoyratlıktan başka bir şey olmayacaktır.
Bakışlarımızı
insanın çevresindeki nesnelerle ve diğer insanlarla ilişkisinin hangi
dolayımdan geçerek gerçekleştiği meselesine yönelttiğimizde sevginin yerini
fark etmekte gecikmeyiz. ‘Sevgi varoluşun aslıdır’ diyen kayıtsız kalınamayacak
bir söz söylemiştir. Bu fark edişi, bu kayıtsız kalamayışı insanın dünyada
tutunduğu yer, kendine anlam aradığı ve
bulduğu alana teşmil etmeliyiz. İnsanın bütün bir hayatını geçirmekte olduğu
sadece geçirmekle kalmayıp kişiliğinin orada yaşaması nedeniyle tevarüs
ettikleriyle şekillendiği ülkesine bakışının berraklığı, ülkesiyle bağının gücü
sevgi dışarıda bırakılarak elde edilemediği gibi kavranamaz da. İnsanın dünyada tutunduğu, anlam arayışına
cevap bulduğu ortam diye tanımlanabilecek olan ülkesi için zihninde ve gönlünde
taşıdıkları konusunda bir berraklığa erişmesi gerek. İnsanın ülkesiyle bağının
gücü, ülkesi için düşündüklerinden ve eylemlerinden ayrı düşünülemez. Bu bağ,
düşünce ve eylem sevgisiz bir ifadeye kavuşabilir mi?
Sevgiyi doğuran,
sevgiyi uyaran belki sevgiyi yoğuran bu ülkeye karşı borçluluk duygusu ile
birlikte hatta onun ötesinde aidiyet duygusu, dolayısıyla mensubiyettir. Bir
yere ait olma bilinci, bir bütünden ayrılmazlık fikri sevgiye kaynaklık
ettiğinde bir canlılıktan, üretkenlikten söz edilebilinir. Bir ülkeye mensup
olma şuurunu içlerinde diri tutmayı başaranlar ve bu şuuru besleyen tutamakları
bırakmayanlar aynı zamanda bir sevgiyi yeşertecek ortama da alan açmış
olacaklardır.
Türkiye diye
adlandırılan ülkede yaşıyor olmanın bir açıklaması olsa gerek. Mensupları
açısından Türkiye’nin anlamı elde bulundurulan bir şey olmalı. Üzerinde yaşayan
insanların Türkiye ile bağları borçluluk, aidiyet, mensubiyet temelli bir
yapıda değilse yıkıcı bir tabiata sahip demektir. Türkiye’de yaşayan insanlar
ülkeleri ile aralarındaki bağın yıkıcı yahut yapıcı temelde olup olmadığını
dikkate alacak, sorgulayacak ahlaki tutarlılığı kişiliklerinde taşıyor
olsalardı büyük ihtimalle varılan yer bugünkünden farklı olacaktı.
Ülkesinin
lisanıyla, edebiyatıyla, tarihiyle, maddi değerleriyle, ruhuyla nerede durduğu,
nereden nereye geldiği, nereye yöneldiği konusunda bir düşünce ameliyesi içine
girenler için yükseklik, üstünlük, parlaklık hedefiyle harekete geçmek
şaşılacak şey değil. Şaşırtıcı olan yükseklik, üstünlük ve parlaklığı hiç
bulunmayacak yerlerde arama yanlışına düşmek. Oysa oralarda her ne varsa onlarda
yükseklik, üstünlük ve parlaklıktan eser olmadığı fark edilmeyecek gibi değil,
en azından feraset sahipleri için böyle. Ulaşılmak istenileni olmadık yerde
aramak; yanlış tarafa yönelmiş olmanın,
yanlış yolda yürümenin, yanlış kılavuzun peşinden gitmenin yani katmerli
yanlışlar içinde oyalanmanın sonucu; bu ise bir kuşatılmışlık hali demek.
Bu ülkenin bir şey
olması, şerrin egemen olduğu dünyada
hayrın hayat bulmasında öncü bir
işlev görmesi için yapılmalı her ne yapılacaksa. Yapılacakların başındaysa bir
yere ait olduğumuzun şuuru ile mensup olduğumuz bütüne yönelmiş hisleri canlı
kılacak sevginin büyümesine çalışmak gelmeli. Üstünlük, yükseklik ve parlaklık
niteliklerini haiz bir hayat sevgi ortamında gerçekleştirilebilir ancak.
yukselgel@mynet.com Yüksel GELERİ
Yorumlar
Yorum Gönder